Düşünceler İnsanı Hasta Eder mi?

Düşünceler

Düşünceler İnsanı Hasta Eder mi?

Düşünceler İnsanı Hasta Eder mi?

Düşünceler

Stresin Sağlığımız Üzerine Etkileri

Düşünceler bir insanda gerçekten hastalığa neden olur mu? Bunun cevabı evet, gerçekten düşünceler, özellikle de olumsuz düşünceler bir insanda bir hastalığın ortaya çıkmasına neden olabilir.

Bunun açıklamak için konuyu birkaç parçaya bölelim:

Öncelikle algıdan bahsedelim, yani dış dünyayla bedenimiz ve zihnimizin iletişimini sağlayan olgudan konuşalım önce. TDK sözlüklerinde algı için: “Bir şeye dikkati yönelterek o şeyin bilincine varma, idrak” açıklaması yapılıyor. Peki algımız kesin gerçekliği gösterir mi bize? Yani dış dünyadaki her durum herkes için aynı şekilde mi yorumlanır? Daha da net sorarsak algılarımız gerçek midir? Örneklerle düşünelim bunu. Sık kullanılan bir söz vardır: “Gözümle gördüğüme inanırım” diye. Görmek, bir cisimden gelen ışınların görme organı olan gözden geçip görme sinirleri vasıtasıyla elektriksel sinyallere dönüştürülerek beynin görme merkezine ulaştırılması ve bu sinyallerin görme merkezinde yorumlanması işlemidir. Yani görülen cisim elektrik sinyallerinin beyinde yorumlanması ile şekillenir zihnimizde. Yorumlamadan bahsedildiğinde de kesin bir gerçeklikten bahsetmek mümkün olmaz doğal olarak. Bir köpek, bir kartal, bir örümcek bizim baktığımız cismi bizden farklı olarak görürler, farklı algılarlar. Keza biz de aynı cismi parlak ışıkta farklı, güneş gözlüğüyle farklı, mikroskopla farklı görürüz. 

Algıyla ilgili bir başka olgu da uyaran aynı olsa da bilincine vardığımız şeyin bizde uyandırdığı duygu hep aynı olmaz. Bayıldığınız bir yemeğin kokusunu düşünün, örneğin bol kaşarlı, sucuklu, kızaran ekmeğin ve üzerindeki tereyağın nefis kokularını duyduğunuz tostun kokusunu canlandırın zihninizde. Açken insanın ağzını sulandırıyor, öyle değil mi? Şimdi aynı kokunun hasta olduğunuzda, mideniz bulanıp kusarken size nasıl geldiğini düşünün. İğrenç mi, uzaklaşma isteği yaratan bir koku mu oldu? Koku aynı, tost aynı, lezzeti aynı ama hastalığınız nedeniyle algınız değişti, size hissettirdikleri değişti, öyle değil mi? 

Yani algıladıklarımız değişmez değil, kesin gerçekliği yansıtmıyor. Dahası algı her canlı, her doku, her hücre için de bu şekilde değişken, algılanan etken aynı olsa da.

Şimdi de vücudumuzu ve bunun küçük modeli olan hücrelerin işleyişine bir bakalım.
Vücudumuz normal işlevlerini sürdürmek, olumsuz durumlara tepki verip vücudu yeniden sağlıklı haline döndürmek, tehditlerden kaçınmak için harika bir mekanizmaya sahip. Örneğin yolda yürürken karşımıza çıkan vahşi bir havyan olduğunu düşünün. Öncelikle duyu organlarımız tehlikenin fark edilmesi için çalışır. Gözlerimizle görür, burnumuzla koklar, kulaklarımızla hayvanın tehditkar sesini duyarız. Aldığımız bu bilgiler vücudumuzda elektriksel sinyallere dönüştürülüp tehlike varlığı konusunda bizi uyarır, yani tehlikeyi algılarız. Vücut bu duruma tepki vermek için gerekli mekanizmaları devreye sokar. Örneğin adrenalin gibi hormonların salgılanması uyarılır. Bu hormonların etkisiyle kalp atışlarımız hızlanır, kan basıncımız yükselir, kan iç organlardan kol ve bacaklara doğru yer değiştirir. Tüm bu etkilerin amacı kaç ya da savaş tepkisini vermektir. Kaçmamız veya mücadele etmemiz gerekirse kalbimizin daha hızlı atması, koşmak veya dövüşmek için kol ve bacaklarımızın daha kuvvetli olması ve bu bölgelere daha çok kan ulaştırılması gerekir. Tehdit ortadan kalkınca, yani vahşi hayvan ortadan kaybolunca tüm bu değişen vücut işlevleri eski normal haline döner. Kısaca duyu organlarımızla dış dünyadaki tehdidi fark eder, sinir sistemimiz yoluyla bunu yorumlayıp algılar, tepki vermemizi sağlayacak hormonlar gibi ara mesajcı denebilecek maddelerle ilgili organlara haber verir ve tepki vermesi gereken organların hazırlanması ve harekete geçmesini sağlarız.

Temelde hücreler de aynı mantıkla çalışır. Hücrenin de aynı vücudumuzda olduğu gibi duyu organları, algılama mekanizmaları, ara mesajcıları ve yanıt veren son organları vardır. Hücre dışında hücreye faydalı olacak bir maddenin bulunduğunu varsayalım. Hücre zarı, hücre içeriğinin dışarı dağılmasını engellediği gibi hücre dışındaki maddelerin de hücre içine girmesine engel olan bir yapıdır. Hücre dışındaki madde yararlı olsa bile direkt hücre zarından geçip hücreye giremez, girebilmesi için o maddeye özgü bir kanalın hücre zarı yüzeyine yerleştirilmesi gerekir. Bu noktada hücreye, dışarıdaki maddenin faydalı bir madde olduğuna dair bilgi gitmesi gerekir, yani hücrenin duyu organlarına ihtiyacı vardır. İşte bu duyu organlarına “reseptör” denir. Hücre zarı yüzeyinde ilgili maddeye uyumlu çıkıntılar oluşur, o maddeye bağlanır ve hücre içine bu maddenin niteliğine dair (faydalı, zararlı veya gereksiz) mesaj iletir. İletilen mesaj ara mesajcılar vasıtasıyla hücre çekirdeğine taşınır. Hücre çekirdeğinin içinde DNA denen ve genlerimizi taşıyan yapılar mevcuttur. Genler bir dizi inşaat planı, DNA da bu planların saklandığı bir kütüphane gibidir. Çekirdeğe iletilen uyarıya göre gerekli olan gen kütüphaneden yani DNA’dan çıkartılıp aktif hale getirilir ve bu planda yani gende yazılı olan protein üretilir. Örneğimize geri dönersek hücre dışında faydalı bir madde varlığı algılandı ama hücre zarı geçirgen olmadığı için hücre içine alınamadı, duyu organları yani reseptörler içeri haber gönderdi, ara mesajcılar bu bilgiyi çekirdeğe iletti, çekirdek içinde DNA kütüphanesinden gerekli gen planı çıkarıldı, bu gen planına uygun protein üretildi. Üretilen bu protein de hücre zarından içeri alınmak istenen faydalı maddenin geçebileceği bir kanal oluşturmak üzere hücre zarına yerleşti. Özetle duyu organlarıyla hissedilen etkenle ilgili mesaj iletildi, ara mesajcılar haberi merkeze taşıdı, gerekli organlarda hazırlık yapıldı ve bu organın hareketi sağlandı. Aynı vücudumuzda olduğu gibi.
Bu temel biyoloji bilgisini de aklımızın bir yerinde tutalım.

Algının değişkenliğinden ve kesin gerçekleri yansıtmadığından bahsettik, vücudun ve hücrelerin değişken şartlara nasıl tepki verdiğini gördük. Şimdi bu bilgiler rehberliğinde düşüncelerin bizi nasıl hasta edebileceğini görelim.

Önce tekrar algının değişkenliğinden bahsedelim. İki farklı kişi düşünün, Okan ve Zeynep, yakın arkadaşlar ve bir bahar günü ağaçlı bir yolda sohbet ederek yürüyorlar. Tam o sırada karşıdan süratle kendilerine doğru koşan bir köpek görüyorlar. Zeynep çocukluğundan beri köpeklere bayılıyor, yakın zamana kadar da evinde baktığı köpeği vardı. Okan’ın ise köpeklerden fobi düzeyine ulaşan bir korkusu var, 4-5 yaşlarında sokakta tek başına oynarken bir köpek tarafından oyun amaçlı da olsa yere yıkılmış, o günden beri köpek düşüncesiyle bile titremeye başlıyor. Kendilerine doğru süratle koşan köpeğin amacı oyun oynamak, Zeynep bunu kolaylıkla hissediyor, algıları bu anlamda açık. Okan ise yaşadığı korku ve endişeyle herhangi bir yorum yapabilecek durumda değil, sadece kendisine doğru koşan köpeğin korkusunu hissediyor, koşup koşmamak konusunda kararsız, karnında bir ağrı ve sıkışma hissi var ve kalbi dakikada 120’den fazla atıyor. Köpek iyice yaklaştığında Okan yaşadığı büyük korkunun etkisiyle düşüp bayılıyor ve omuzunu ciddi biçimde incitiyor. Önümüzdeki 1 ay boyunca incinen omuzunu hareket ettirmemesi, o kolunu kullanmaması gerekecek, dahası günlerce de ağrıları olacak. Ortada gerçek bir tehlike, bir tehdit yokken, köpeğin tek amacı oyun oynamakken Okan algılarının verdiği yanlış mesajlar yüzünden kendine zarar verdi, vücudunda hasara neden oldu.

Şimdi bu olguyu hücre düzeyinde düşünelim. Öncelikle hücrelerin dış etkenlere karşı yanıt verme mekanizması hakkında ek bir bilgiyi paylaşmamda fayda var. Bruce Lipton’ın “İnancın Biyolojisi” kitabından kısa bir alıntı yapayım: “Alıcılar (yani hücre reseptörleri) enerji alanlarını algılayabildikleri için, hücre fizyolojisi üzerinde sadece fiziksel moleküllerin etkili olduğu düşüncesi eskide kalmıştır. Biyolojik davranış, düşünce de dahil olmak üzere bazı görünmez güçler tarafından da kontrol edilebilir” Daha net açıklamak gerekirse hücrelerin duyu organları olan reseptörlerin harekete geçmesi ve sinyal iletmesi için fiziksel bir molekülün var olması ve reseptöre direkt bağlanması şart değil. Düşünceler de reseptörün, sanki üzerine bağlanan bir madde varmış gibi aktif hale geçmesini ve hücrede bir yanıt tepkisini sağlayabilir. Somut bir örnek vermek gerekirse hasta oldunuz ve hastalığınız ile ilgili size bir ilaç verildi. İlacı kullanmaya başladınız ve bir süre sonra hastalığınız iyileşti. Ama sonradan aldığınız tabletin içinde gerçek bir ilaç olmadığı, sadece bir nişasta tableti olduğu söylendi. Yani sizi iyileştiren ilaç değil ilacın sizi iyileştireceğine yönelik olumlu düşünceleriniz. İşte bu etkiye tıpta “plasebo etkisi” deniyor”.

Düşüncelerin etkisi olumlu olabildiği kadar olumsuz da olabiliyor. Hepimiz doğarken anne ve babalarımızdan bize aktarılan ve hücre çekirdeğinde saklanan bir DNA yapısıyla, yani bir gen-plan kütüphanesi ile doğuyoruz. Bu genlerin içinde bize kişisel özelliklerimizi, başkalarından farklı yanlarımızı kazandıracak genler olduğu kadar hastalıklara yol açabilecek genler de var. Ama ilginç bir gerçek var, DNA yapımızda bir hastalıkla ilişkili bir gen olması mutlaka o hastalığın ortaya çıkmasını sağlamıyor. Yani bu gen planının kütüphaneden çıkarılıp kullanılmaya başlaması için buna neden olacak başka etkenlerin de olması gerekiyor. Bu dış faktörlerin bazıları net olarak biliniyor, örneğin sigara, örneğin kötü beslenme. Bu dış etkenler kadar etkili bir diğer etken stres ve olumsuz düşünceler. Olumsuz düşünce de reseptörlerce bir tehlike varlığı olarak algılanıp hücrenin gen-plan kütüphanesinden hastalık içeren geni açığa çıkarmasına ve bu plan doğrultusunda kullanmaya başlamasına, yani hastalığın başlamasına neden olabiliyor.

Düşüncelerimiz o kadar kuvvetli etkenler ki olmayan hastalığı başlatabildiği gibi var olan hastalığın da ortadan kalkmasını sağlayabiliyor, tabii ki tıbbi destekle çok daha etkili biçimde.

Sonuç olarak özetlemek gerekirse:

  1. Algılarımız kesin gerçekleri yansıtmaz
  2. Bir hastalığa ait genleri taşıyor olmamız o hastalığın bizim mutlak kaderimiz olduğu anlamına gelmez
  3. Vücudumuz kendini iyileştirme bilgisine sahiptir
  4. Düşünceler bizi hasta edebildiği gibi iyileşmemizi de sağlayabilir